Kendi dilini bilmeyen başka dil öğrenemez. Bizde ortaokuldan (6.sınıftan itibaren) yabancı dil dersi var amma, dil bilenimiz çok azdır. Burada kusur bizim kendi dilimizin bozulmasında yatmaktadır. Bozulma derken; güya dili öz dil haline getirmek için “Öz Türkçecilik” “dilde tasfiyecilik” sonucu Türkçenin fakirleştirilip Medine dilencisine dönüşmesidir. Nurullah Ataç öncülüğünde devrik cümlelerle ahenk bozuldu. Uydurma kelimelerle de zehirlenmiştir. Bir lise mezunu hatta bir Üniversite mezunu bile, birçok yazarın yazdığını anlamakta güçlük çeker. Çünkü kullanılan kelimeler çoğunluk için yabancıdır. Benim mahallemin insanları İsmet Özel’in yazılarını anlamakta güçlük çekerdi. Hulasa az kelime ile konuşuyoruz. Bu dil çarşı pazar dilidir. Bu dille meram anlatmak zordur, iki cümleden sonra üçüncü cümleyi kurmakta kelime sıkıntısı yaşandığı için bu dille kavga etmek ve küfürleşmek kolaydır. Bütün bunlar dil devriminin sonucudur. Atatürk yanlışı görmüş“dili bir çıkmaza saplamışız” deyip, dilde tabii hale dönmüştür. Ne yazık ki; İsmet Paşa devrinde tasfiyecilik hortlatılmıştır.
Norman Lewis (Dil bilgini) “Kelime bilginizin hududu, zekânızın hududunu tespit eder. Kelime bilginiz arttıkça, zekânız da artacaktır. Biz bu kelimeleri anlamıyoruz demek, mazeret olamaz. Bu tembellik köklü bir kültürü ve milleti mahveder” Demiştir
Peyami Safa, dil davasının kuru mantıkla halledilebileceğini sananların çok oluşunu anlatmak için Goethe’nin “Herkes bir dili olduğu için dil hakkında kanaat sahibi olma hakkını kendinde bulur.” Der ve “hataların hatasının” da bu olduğunu belirtir
Bizdeki tasfiyeci zihniyet; “Osmanlı aydını da o dönemde, milletin konuştuğu gibi yazıp konuşmamıştı” derler. Peki, tasfiyecilerin, öz Türkçecilerin de yazdıklarını, millet anlamıyor, sadece kendileri okuyup anlıyorlar ve onlar da halkı düşünmüyorlar. O zaman Öz Türkçecilerin Osmanlı aydınlarını suçlaması saçmalık değil mi?
Öz Türkçeciler dilimize giren Arapça, Farsça (hayat, ahlak, ruh, sebep vb) kelimelere karşılıklar bulma hassasiyetini aynı şekilde Batı dillerinden gelen (komisyon, mönü, sektör, kontrol vb) kelimelere aynı ölçüde gösterdiler mi? Bunun tek cevabı var. Arapça ve Farsça kelimeler İslam’la bir tutulmuştur.
Aslında bu hareketin Atatürk’ten beri uygulayıcısı ve savunucusu olan kişilerin bile belli bir zaman sonra Öz Türkçecilik hareketini eleştirmesi, bu işin maksadının ne kadar aşıldığını ya da abartıldığını göstermektedir.
Osmanlı aydınları sarayın gözüne girebilmek, ulufe alabilmek için padişaha vezire övgülerini dizerlerken iki yüzlülük, sahtekârlık oluyor da Türkiye’de hele hele 1960 ila 80 arası dönemde, Kurumda yönetim kurulu azalığı alabilmek, oradan atılmamak, eserini kurumda bastırabilmek, şöhretini devam ettirebilmek, oradan ödül alabilmek için inanmadığı halde özleştirmecilik yapanlar, eserlerinde o kelimeleri kullananlar niçin iki yüzlü, iki dilli, sahtekâr olmuyorlar? Osmanlı devri şair ve yazarları ayıplanırken bunlar niye ayıplanmıyor? (Mehmet kara Türk Yurdu dergisi sayı 100)
Büyük Türkçe Sözlük sahibi D Mehmet Doğan, kendisiyle yapılan bir mülakatta Dilde tasfiye hareketi için şunları söyler.
Z. Gökalp’in “Türkçeleşmiş Türkçedir” cümlesiyle sadece Arapça Farsça kelimeleri kastetmiyorsunuz Türkçenin İslâmiyet öncesindeki dil varlığını da kastediyorsunuz. Zannediliyor ki; Türkistan’dayken Müslümanlığa geçmemişken sadece Türkçe kelimelerle konuşurduk, yazardık, bu mümkün değil hiçbir medeniyet dili sadece kendi kelimeleri ile konuşmaz, yazmaz dolayısıyla o dönemin Türkçesine geçmiş olan Moğolcadan, Tunguzlardan, Çinceden, Soğdcadan kelimeler vardır, dolaysıyla o zamandan bu zamana bir dil mirasımız var. Ve bu İslami dönemde daha öncesi ile kıyaslanamayacak şekilde biz bunu geliştirdik. Yani, İslamiyet öncesi yazılı metinleri toplasak belki de bir raf tutar. İslamiyet’ten sonraki dönemde hem edebiyat dili olarak diğer alanlardaki dil varlığı olarak Türkçenin büyük gelişme gösterdiğini biliyoruz.”
Harf İnkılâbından dört yıl sonra, 1932 yılında, Türk Dil Kurultayı toplanmıştır.
28 Eylül – 9 Ekim tarihleri arasında devam etmiştir. Bu kurultayı devlet başkanı olarak Atatürk ve devlet erkânı baştan sona takip etmişlerdir. Kurultay başkanlığını da TBMM başkanı yürütmüştür. Bu toplantı Türkiye’de kültürel anlamda zorlayıcı bir değişikliğin başlangıç noktasıdır. Yayınlanan kurultay kitabındaki katılımcıların isimlerine bakıyoruz, o günün, dilcileri, edebiyatçılarının ve bu konularda çalışanların çok az sayıda olduklarını görüyoruz. Kurultay delegesi listesinde lise öğrencileri dahi var! Kurultayda konuşan görevliler şu tezi savunuyorlar; “Osmanlılar, Osmanlı Padişahları Türkçeyi mahvettiler. Dilimize birçok Arapça ve Farsça kelime soktular böylece dilimizi bozdular. Aslında bizim dilimiz Hint-Avrupa dil ailesindendi” Halbuki, biliyoruz ki; Türkçenin Hint-Avrupa ailesinin dil yapısıyla yakından uzaktan bir ilgisi yok. Aslında şunu söylemek istiyorlar; “Biz her bakımdan sizin gibiydik. Beyaz ırktandık, yani ırkımız bir, ikincisi bir din ayrılığı söz konusu oldu, Müslümanlık bizi bozdu, biz şimdi bundan da uzaklaşıyoruz; laik olduk. Tüm bunlar ifade ediliyor ve lidere yağcılık yapıyorlar; “dilimizi boyunduruktan kurtaracağız, ne muazzam bir iş yapıyoruz”
“Kurultayda bulunan Hüseyin Cahit Yalçın bir konuşma yapıyor: Yapmayın efendiler, dil böyle gelişmez, dil kendi akışı içinde gelişir. Bazı kelimeler atılır bazıları dile girer ve böylece dil zenginleşir. Zorla, baskıyla olmaz!” Hüseyin Cahit Yalçın’ın konuşması pek hoş karşılanmıyor. Hemen görevli elemanlar Hüseyin Cahid’e karşı karalayıcı konuşmalar yapmaya başlıyorlar. Bu yetmiyor, o güne kadar Kurultay’da görünmeyen Edebiyat Fakültesi dekanı Köprülüzade Fuat apar topar getirilip konuşturulur. Daha önce ortaya koyduğu fikirlerin tam tersini savunan bir konuşma yapar. Hemen akabinde milletvekilliği ile ödüllendirilir!
Dil devriminde araç olarak kullanılan şahıslar gerçek anlamda dilci değildir. Türkçeleri sağlam bir Türkçe olmaktan uzaktır. İkisi “Giritli’dir. Dilleri Rumcaya çalar. Biri Selanikli biri de Ermeni. İşte dil devriminin esas kadrosu!