2000’li yıllar. Türkmenistan’da iş yapan ağabeyime, bindiği takside taksici soruyor:
‘Siz hangi çağda yaşıyorsunuz?’
Ağabeyim soruyu anlamadığı için soruyla karşılık veriyor:
‘Siz?’
Taksici ‘altın çağ’da yaşadıklarını söylüyor.
Ona da Türkmenbaşı Niyazov söylemiş.
Halka hitap ettiği bir konuşmada ‘Altın çağda yaşıyoruz’ demiş.
Abim ‘hımm’ demiş, ‘bu durumda biz de olsa olsa teneke çağda falanızdır!’
(Bakanın 100-150 dolar kazandığı bu ülkede abimin aylık geliri 4 bin dolar!)
Benzetmek gibi olmasın, Cumhurbaşkanımız ‘bu yıl emekli yılı olacak’ dediği zaman ‘Türkmen taksici’ haleti ruhiyesine sahiptim.
Nitekim, 2024 hakikaten emeklilerin yılı oldu. Bal dök yala bir yıl geçirdik. Siyah havyar yiyeceğimiz mi vardı, bu yıl yedik. Emekli arkadaşlarımı Avrupa’da müze kuyruklarında, stil restoranlarda falan görünce nasıl duygulandığımı anlatamam. Gezmek tozmak için haritada yer beğenmekten parmaklarımız dolama oldu.
Viyana’da ancak randevuyla girilebilen ünlü Cafe Mozart’da, ‘Soysuzlar Çetesi’ filminin pastane sahnesine damga vuran ikonik ‘apfel-strudel’ tatlısından sipariş eden emekli gördü bu gözler!.
Biri yanımda ‘Cafe de Paris soslu biftek’ yedi.
Başkası ‘bana bir martini, yalnız buz istemez kadehi soğutun please!’ dedi. (Garson ya Türkçe bilmiyordu, ya da mizah duygusu yoktu, martini gelmedi!)
2024’te oldu bunlar.
Ve fakat sayılı gün çabuk geçti ve pilavı hep papazın yediği günler geride kaldı.
Üç-beş gün sonra bizim (emeklilerin) yıl bitecek ve kim bilir kimin yılı başlayacak.
2024’teki ‘şaşalı’ günleri çok ararız.
Büyük konuşmayayım, tahtalara vurayım hatta, dilimi de ısırayım, 2025’te sürünebiliriz arkadaşlar!
Çünkü 2025 başkalarının yılı, bizim değil.
Umalım ve dileyelim de Cumhurbaşkanı ‘Emekliye 2024 yetmez. Bu yıl da emekli yılı olacak’ desin.
Demezse eğer var ya, Real’in hepsi 20-30 metreden vuran forvetleri karşısındaki Sevilla kalecisi durumuna düşeriz. Gelen geçen girer. (İyi maç oluyor yalnız)
Artık, önümüzdeki maçlara bakacağız.
Önümüzdeki yıllara, seçimlere, sandıklara..
DEĞERLİ DEĞİLİZ!..
Sonbaharda Avrupa’daydım. 10 ülkede, 22 şehirde inceleme gezisi yaptım.
Geziye giderken normal bir mide yanması vardı.
14 gün bilmediğim şeyler yedim-içtim. Midede yanmadan eser yok.
Ülkeye döndüm, güya alışkın olduğum gıdalar, bildiğim su vs, mide yanması yine başladı. O sıralar bir yazı yazıp bunun ‘ülkenin can sıkıcı gündemi’yle alakalı olduğunu savunmuştum.
O yazıma tekzip yazıyorum şimdi:
Bizim buralarda ne yediğimiz ne içtiğimiz belli değil abiler!
Pestisit ve aflatoksin deyip, kenara çekiliyorum.
En son Polonya bizim limonları tutmuş gümrükte ‘bunlar zehirli’ diye.
İade etmiş.
Gözlerimi kısıp bu haberlerden kaç tane okuduğumu- izlediğimi düşündüm de..
Ohoo, epey fazla.
190 kere meyve ve sebzede pestisitten yakalanmışız.
58 kere meyve ve sebzede, 39 kez de fındık fıstıkta aflatoksinden.
Şu soru aklınıza gelmiştir haliyle:
Bizim evde tarım ilacı ve küf ölçme aletimiz yok. Bizim adımıza kimsenin ölçme yapmadığı da belli. Dolayısıyla pazardan marketten alıp mutfağa soktuğumuz ürünlerde, ne oranda zehirleniyoruz acaba?
Belçikalıyı, Almanı, Hollandalıyı geçtim. Görece daha organize ülke vatandaşları.
Peki biz Bulgar kadar, Polonyalı kadar, Rus kadar da mı değerli değiliz ki, koruyanımız-kollayanımız yok.
(Bu nasıl bir ülke? Daha iyi olacak belki, hiç yönetilmese..)